Çocukluk yıllarımın bir kısmı 12 Eylül rejimine denk geldi. Okuma-yazma oranı yüksek, “küçük Moskova” diye anılan küçük bir Anadolu kasabasında, haliyle sağın ve solun mecra bulduğu, çatıştığı bir politik havzada doğup büyüdüm. Evimiz jandarma karakolu ile cezaevi arasındaki yol güzergahı üzerindeydi.
Asker paletlerinin çok ses çıkardığı o dönmede jandarmaların nöbet değişimlerini o buğulu pencerenin ardından çokça izlemişimdir. O zaman tek bir resmi kanaldan, yani TRT’den başka hiçbir radyo ve televizyon olmadığı için de darbe rejiminin propaganda temalarına epey vakıf oldum. TRT Anıtkabir’deki askeri tören görüntüleri ile yayına başlar, akşam da yine askeri tören, İstiklal Marşı ve kapanış ile programlar son bulurdu.
“Ülkemiz üzerinde oynanan oyunlar” konu başlıklı konuşmalar hem televizyon ekranlarında hem de kulak misafiri olduğum mahalle muhabbetlerinde hiç eksik olmazdı. Sağ-sol davaları “dış mihraklar” tarafından senaryosu yazılmış, sonra bir fitne ateşiyle birbirine düşürülmüş “heyecanlı gençler”in birbirlerini öldürmesiyle amacına ulaşmış görünüyordu.
İlginç olan 12 Eylül askerî darbesiyle sona erdirilen sağ-sol çatışmasının yerine, yine aynı rejim yepyeni çatışmaların zeminini hazırlayıp, fitilini ateşlemişti. Artık ülkenin yeni çatışma alanları vardı. Türk-Kürt, Alevi-Sünni, laik-anti laik … Diyarbakır cezaevi, Mamak cezaevi ve Sinop cezaevinde o denli korkunç işkenceler yapıldı ki ilerde çıkabilecek çatışmaların mayası çalınmıştı. Enerji dolu fay hatları harekete geçirildi. Ve yine yıllarca aynı türküleri söyleyen aynı sofraya kaşık uzatan, aynı cephede aynı ideal için savaşmış insanlar yine yeniden birbirlerini öldürmeye başladılar.
Bu hatalar da görülmedi tabii ki ve “ülkemiz üzerinde oynanan oyunlar” söylemi büyük puntolarla telaffuz edilmeye devam etti. “Ülkenin üzerinde kimler oyunlar oynuyor” diye birbirlerine bağırıp çağırıp, kızıp durdular. “Biz birbirimizle neden kavga ediyoruz, neden birbirimizi öldürüyoruz” diye sormak kimsenin aklına gelmedi.
12 Eylül’ün üzerinden yıllar geçti. Dünya ile birlikte Türkiye’de özgürlükler ve demokrasi konusunda değişimler, dönüşümler yaşadı elbette fakat düşünce kalıplarımız ve siyasi zihin blokajlarımız o kadar kolay değişmedi. Bu anlamda biz statik bir toplumuz, transformasyon konusunda inatçıyız. Özellikle de kendi problemlerimizi teşhis ve tedavi konusunda muhayyel olan “dış güçlere” havale etme hastalıklı alışkanlığımız devam etti ve ediyor.
Bu durum bir korkunun dışa vurumu aslında. Mensubu bulunduğumuz inançtan, Müslümanlığımızdan ziyade, içinde bulunduğumuz coğrafyanın bize ikram ettiği korku bu. Batı dünyasının Orta Doğu coğrafyasındaki sömürgecilik ve emperyalist geçmişinin ürettiği realite. Sykes-Picot projeleri, İsrail’in Orta Doğu’daki yayılımcı politikaları, Irak ve Afganistan işgalleri gibi ortada olan sebeplere dayanıyor.
Üzerinde durulması gereken en önemli nokta, ortada olan bu reel sebeplerin etkisini sürekli bir korku haline getirdiğimizde ya dünyadan uzaklaşıyoruz ya da güvenlik endişelerinden dolayı önümüze kadar gelen birçok fırsatı ıskalıyoruz. Kısır döngüye dönüşen bu durum, korkuyu arttırdıkça daha çok içe kapanmayı ve otoriterliği davet ediyor.
Sorunların, problemlerin sürekli dışarıdan üretildiğini düşündüğümüzden dolayı da içerdeki problemleri çözme yeteneğimiz ve motivasyonumuz çok azalıyor. İç siyasete objektif bir adeseyle bakamıyor ve toplumu okuyamıyoruz. Netice itibariyle asırlık problemimizi çözme, ortadan kaldırma konusunda başarılı değiliz, belki de olmak istemiyoruz.
Özlemle beklediğimiz bir gaye-i hayalimiz var. Türkiye’de yaşayan tüm yurttaş ve vatandaşlar, Anadolu halkları bir gün birbirlerini kırıp dökmekten yorulup, mecburen aklıselim ile hareket edip, herkesin insanca yaşayabileceği bir gök kubbe oluşturabilecekler mi?
Az bir emek, biraz çaba ve çokça iyi niyet yeterli olacak aslında.
Bakalım, yirmi birinci yüzyılın ikinci çeyreğinde bunu başarabilecek miyiz?
Vahap AKTAŞ – Liberal Parti Genel Başkan Yardımcısı ve Basın Sözcüsü