Hayatımın önemli bir kısmı muhafazakar mahallede geçti. 1970’lı yılların siyasi ikliminde hem sağ ve hem de sol cenahta hamaset prim yapıyordu, müşterisi vardı. Arkalarında yüzbinleri yürütebiliyorlardı.
Sağ örgütler vatan, devlet, millet, bayrak, mukaddesat temalı konuşmalarla meydanlarda yüzbinleri coşturabiliyorlardı. Zinde, idealist bir gençlik toplumu hareketlendiriyordu. Arkalarına aldıkları rüzgarla gayelerine, hedeflerine kısa zamanda ulaşabileceklerine inanıyorlardı. Bu umut onları içinde bulundukları örgütlerde sadık bendeler olarak tutuyordu.
12 Eylül darbesi ve sonrası yapılanlar bu örgütleri moral açıdan çökertti. Tam özlediğimiz hedefe varıyoruz derken farklı bir iklimde sabahladılar. 12 Eylül siyasi rejimi sadece hukukta, ekonomide değil, toplumsal dönüşüm anlamında da büyük bir transformasyon süreci başlattı. Zamanın muktedirleri adeta hal diliyle o günün ideolojik topluluklarına, “bırakınız ideolojileri, vatan, devlet, millet kurtarmayı kendi bireysel geleceğinizi inşa etmeye bakın” diyorlardı.
Öyle de oldu. Üç gün sonra hedeflerine ulaşacakları umudunda olanların ayakları yere basmaya başladı. Kendi zaafları ve eksiklikleriyle birlikte karşılarındaki iktidar gücünün hafife alınamayacağını öğrendiler. Bu öğreniş onları yeni kapılar açma gayretine sevk etmek yerine daha kolayına, daha ucuzuna talip olmaya yöneltti. Mevcut siyasal sistemi değiştirme iddiası yerini onunla zıtlaşmadan entegre olmaya bıraktı. 1970’lı yılların söylemlerini, sloganlarını tek tek terk ettiler. Büyük değişim/devrim yerine tashih ve ıslahla yetindiler.
Bu anlamda 12 Eylül ihtilali hem sağ ve hem de sol örgütlere bir daha bellerini doğrultmayacakları derecede darbe indirdi.
Bu aşamadan sonra en azından harcadıkları geçmiş yılları dünyevi kazanımlar elde ederek telafi etmeye, bunun için de istikbal vaat eden siyasal örgüt ve cemaatlere yöneldiler, oralarda sosyal ve siyasal ikbal aradılar. Bir kısmı muradına erdi, diğer büyük çoğunluk ise hayatlarını adadıkları ideolojinin nostaljisini yaşamayı tercih etti. Ancak ortada büyük bir miras vardı. Bu miras üzerinde yeniden bina yapmaya, oralarda koloniler kurmaya hevesli olanlar çıktı.
İşte bu mirasın en önemli taliplerinden biri de R.T. Erdoğan önderliğindeki AKP oldu. Sağdaki birikimin mirasyedileri onlar oldular. Sağ seçmen son bir çıkış umuduyla yüklendi ve Cumhuriyet tarihinin hak etmedikleri en büyük teveccühüne mazhar oldular. Bu başarı onların aklını başından aldı. Arkasından gelen başarılar onları iktidardan mutlak iktidara taşıdı ve o aşamadan sonra siyasi yüzdeleri yukarı çıksa da mukadder olan yıkım süreci başladı. İktidarları her türlü adaletsizlikle, yolsuzlukla, ahlaksızlıkla anılır oldu. Bu çıktılar sosyal ölüm sürecinin tabi sonuçlarıdır.
Bu takdimden sonra gelelim asıl mevzuya. Kabul edilmesi zor ama bugün büyük sınavın kaybedildiği bir gerçektir. Belki bir tövbe fırsatı olur ve yeniden bir diriliş süreci başlatılır. Şartların topyekun olumsuza döndüğü bir dönemde bunu yapmaktan başka bir çare görünmüyor.
1.Kaybetmeyi kabullenmek ve nerelerde yanlış yapıldığı hususlarında derin düşünmek, olayları sağduyulu bir vicdan süzgecinden geçirerek hataları, yanlışları apaçık görmek ve tashih çabasına girişmek
2.Din, ezan, devlet, vatan, bayrak edebiyatı, hamaseti yapanlara asla itibar etmemek, prim vermemek. Bugün için talep edilecek ve uğrunda mücadele edilecek en büyük idealin, adaletin hüküm ferma olduğu bir siyasal rejimi inşa etmek olduğu gerçeğini kabul etmek
3.Herkes için özgürlük talebinde bulunmak. Maddi ve manevi tüm gelişmelerin neşvünema bulacağı bir hürriyet iklimi oluşturmak için mücadele etmek.
4. Toplumsal barışı öncelemek. (Bilinmeli ki, toplumsal barış olmadan bu coğrafyada huzur içerisinde yaşama imkanımız olamaz. Toplumsal barış da ancak rızaya dayalı bir toplumsal sözleşmeyle mümkündür. Gelecek korkusu taşımadan insani olanı tercih edip topyekûn barışı temin etmek ve etnik ya da dinsel farklılıkları bir çatışma, ayrışma vesilesi olarak görmeyip çokluk içinde birlikte yaşama kültürünü geliştirmek için çaba sarfetmek önceliğimiz olmalıdır.)
Bu temel ideal ve hedeflerin dışında her dönemde din, diyanet kavramlarını önceleyerek siyaset yapanlara asla itibar etmeyelim. Dinimizin teminatı iktidarlar değil, Allah’tır. İktidarların temel görevleri, etnik ve dini kimlikleri ne olursa olsun yönettikleri toplumu güvenlik içerisinde adil, müreffeh, mutlu ve mesut bir şekilde yaşatmaktır.
Bunun dışında siyasal söylemlerde bulunanlar ve özellikle sizlere İslami vaatlerde bulunanlar farkında olarak ya da olmayarak size açıkça yalan söylüyorlar, aldatıyorlar. İslami vaatler yerine bu ülke insanını nasıl daha adil, daha müreffeh ve daha güvenli yönetebileceklerine dair projeler talep edin. “Din devleti” veya daha özel anlamda “İslam devleti” nitelemeleri ne akli ve ne de nakli planda doğru değildir. Bugün ülkelerini bu sıfatla ananların hiçbirisinde ne maddi ve ne de manevi bir gelişme sözkonusu değil. Hepsi diğer gelişmiş ülkelerin müstemlekeleri durumundadırlar.
Lütfen akledelim, tumturaklı yalanlara aldanmayalım, en çok de dini vaatlere asla prim vermeyelim. Dini anlamda din mensuplarına dinlerini yaşama ve yaşatma hürriyetini taahhüt edenlerle oturup sözleşme yapalım. Bunun dışında “gölge etmeyin başka ihsan istemiyoruz” diyelim.
Bu kadar yıldır din, iman, ezan, bayrak denilerek kandırıldık. Ve her defasında gelip bariyere çarptık, param parça olduk. Artık yeter deyin lütfen, “bu dini taahhütleri bırakın, bu ülkede herkesin insanca yaşayacağı bir siyasal rejim taahhüt edin.” diye talepte bulunalım.
Fahrettin Dağlı Kimdir?
1960 Konya doğumluyum. AİTİA Yönetim Bilimleri Fakültesi mezunuyum ve “Siyasal Davranış Uzlanım” dalında da Yüksek Lisans yaptım.
Bürokraside uzun süre denetçi ve yönetici olarak çalıştıktan sonra insan haklarıyla ilgili sivil inisiyatif girişimlerinde bulundum.
Siyaset, sosyal ve siyasal davranış, din-devlet-iktidar ilişkileri ve adalet kavramını merkeze alan yazılar yazıyorum. Yazdıklarım, çeşitli gazetelerde, dergilerde ve web mecralarında yayımlanmaktadır.
Kaynak: https://fahrettindagli.com/aldatiliyoruz/