Hafta sonu 2013 tarihli Amerikan yapımı Da Vinci’nin Şeytanları (Da Vinci’s Demons) dizisini izleme imkânım oldu.
Tarihsel fantezi diyebileceğimiz dizide Leonardo Da Vinci’nin 25 yaşındayken hiç anlatılmamış hikayesini, geleceği icat ve inşa etmesini anlatıyor.
Bununla birlikte düşüncelerin, fikirlerin, inançların kontrol edildiği tarihi bir zamanda tek adamın, fikirleri özgür kılma mücadelesini anlatan başarılı bir çaba ve emek yapımı gördüm.
Rönesans’ın gökyüzünde parlayan yıldızı Da Vinci, insanlık tarihinin en parlak zihinlerinden biriydi. Da Vinci yalnızca bir sanatçı ya da mucit değildi; o insan ruhunun sınırlarını zorlayan, dogmaların zincirlerini kırmaya çalışan bir fikir şövalyesiydi.
Sanatıyla, bilimiyle, mühendislik dehasıyla çağları aşan bir vizyon sundu. Ancak, onun eskiz defterlerinde, mükemmeliyet arayışının yanı sıra bir huzursuzluk, bir iç çatışma da gizliydi.
Da Vinci’nin şeytanları, belki de kendi dehasının yükü, belki de dönemin karanlık dogmalarıyla mücadelesiydi. Bugün, modern dünyada, bu şeytanlar hâlâ aramızda dolaşıyor; sadece tuvalden değil, zihinlerimizden ve toplumun tüm katmanlarından yükseliyor.
Da Vinci’nin şeytanları da, belki de onun çağının kilise baskısına, cehalete ve katı kurallara karşı bir başkaldırısıdır.
“Son Akşam Yemeği”nde Judas’ın yüzünde beliren o karanlık ifade, yalnızca bir ihanetin değil, aynı zamanda insanın kendi içindeki çatışmasının da bir yansımasıydı.
Da Vinci; şeytanı, şeytani kılanın ne olduğunu sorgulamış olabilir mi? Yoksa şeytan, ona göre, özgürlüğün korkusundan kaçanların uydurduğu bir kılıf mıydı?
Rönesans, aydınlanmanın eşiğiydi; ama aynı zamanda korkuların, tabuların ve baskının da hala hüküm sürdüğü bir dönemdi.
Da Vinci’nin not defterlerinde, anatomik çizimlerin arasında beliren abartılı figürler, belki de onun bilimle sanat arasında kurduğu o tehlikeli köprünün gölgeleriydi.
Da Vinci, kilisenin kutsadığı dogmalara rağmen; sırtını akla, bilime ve sanata yaslayarak kendi yolunda ilerlemeyi seçmişti. Şeytanlar, onun için belki de bu dogmaların ta kendisiydi.
Fakat bu karanlık figürler yalnızca geçmişe mi aitti? Hayır.
Da Vinci’nin şeytanları, bugün de aramızda dolaşıyor. Modern dünyada, özgür düşünceyi susturmaya çalışan her otorite, tabularla örülü sistem, bir bakıma kendi şeytanlarını yaratıyor.
Toplumsal barış arayışında, adalet ve özgürlük taleplerinde, aslında hepimiz Da Vinci’nin şeytanlarıyla boğuşuyoruz: Korku, önyargı, bağnazlık ve en kötüsü, kendi gerçeğimizle yüzleşmekten kaçınma.
Sosyal psikoloji, bu içsel ve dışsal çatışmaları anlamak için bize güçlü bir lens sunuyor. Örneğin, Leon Festinger’ın “bilişsel uyumsuzluk” teorisi, insanların inançları ve gerçekler arasında bir çelişki yaşadığında nasıl rahatsızlık duyduğunu ve bu rahatsızlığı gidermek için bazen mantıksız yollara sapabileceğini açıklar.
Da Vinci dönemindeki kilise dogmaları gibi, bugün de bazı tabular, bireyleri kendi vicdanlarıyla savaşmaya zorluyor. Bu şeytanlar yalnızca bireysel değil, kolektif bir boyuta da sahip.
Toplumsal normlar, bazen adaletsizliği meşrulaştırır; çoğunluğun sessizliği, azınlığın çığlıklarını boğar, boğuyor da.
Stanley Milgram’ın itaat deneyleri, insanların otoriteye ne derece körü körüne boyun eğebileceğini gösterir. Da Vinci’nin şeytanları, belki de bu otoriteye karşı çıkan, ama aynı zamanda kendi dehasıyla başa çıkmaya çalışan bir ruhun yansımasıdır. Modern dünyada, bu ruh, özgürlük mücadelesi veren her bireyin, her hareketinde yeniden doğar.
Peki, bu şeytanlarla nasıl başa çıkabiliriz?
Cevabın; nitelikli iletişimde, birbirimizi art niyetsiz tanımada, empatide ve eleştirel düşüncede yattığını söyleyebilirim.
Toplumsal barış, sadece dışsal koşulların iyileştirilmesiyle değil, içimizdeki önyargıların, korkuların ve bağnazlıkların sorgulanmasıyla mümkün.
Şeytanlar, yalnızca bireyin değil, toplumun da karanlık yüzü aslında: Irkçılık gibi, yok sayma gibi, ayrımcılık gibi, savaş ve katliamlar gibi… Bunlar, modern dünyanın şeytanları değil midir? Da Vinci’nin eserleri, bize bu karanlık yüzlerle, gölgelerle yüzleşmenin cesaretini veriyor.
Bir an durup düşündüm de: Da Vinci’nin “Mona Lisa”sındaki o gizemli gülümseme, belki de içindeki şeytanlara karşı galip gelmenin bir ifadesiydi. Özgürlük, bilgi ve sanat pahalıya mal olur; ama çok değerlidir ve gülümsetir.
Sosyal psikolojinin bir başka önemli kavramı, “grup düşüncesi” (groupthink), bize gösteriyor ki, bireyler bir gruba ait olma ihtiyacıyla kendi aklını ve vicdanını susturabiliyor. Da Vinci’nin şeytanları, belki de bu grup düşüncesine karşı çıkan, yalnız kalan, ama sonunda insanlığı aydınlatan o isyankâr ruhun ta kendisidir.
Da Vinci’nin şeytanları, yalnızca bir sanatçının değil, hepimizin içindeki çatışmadır. Bu çatışmayla yüzleşmek, onu sanatla, bilimle ve vicdani zekayla dönüştürmek zorundayız. Çünkü gerçek deha, şeytanlarımızla dans etmeyi öğrenmektir; onları yenmek değil, onlarla barışmaktır. Toplum olarak, birey olarak, hepimiz bu dansın birer parçasıyız. Ve belki de, ancak bu dansı başarırsak Da Vinci’nin hayalini kurduğu aydınlık bir dünya mümkün olabilir.
Da Vinci sanatıyla bir barış çağrısı yapıyordu aslında yaşadığı döneme ve tüm çağlara ışık tutarak: Kendi karanlığımızla barışalım, birbirimizin şeytanlarını anlamaya çalışalım, diye…
Zulmün karşısında suskun kalmak, kendi şeytanlarımızla iş birliği yapmaktır. Da Vinci susmadı; fırçasıyla, kalemiyle konuştu.
Bugün düşündüğümüzü ifade etmekten korkarsak, yarın düşünmekten de korkarız.
Dr. Vahap Aktaş
Liberal Parti
Siyasi İşler ve Parti İçi Eğitim Başkanı