28 Ekim 1923 günü Atatürk, arkadaşlarını ağırladığı bir akşam yemeğinde, o tarihi sözü söyledi; “Yarın Cumhuriyeti ilan edeceğiz”.
Yakın dönem Türk tarihinin en önemli dönüm noktalarından birini temsil eden bu cümlenin arkasında ömrünü bir milletin bağımsızlığına adanmışlığın verdiği güç ve kudretin tezahürü söz konusuydu.
Mustafa Kemal Paşa,
24 yaşında Şam’da 5. Ordu’da
26 yaşında Selanik’te 3. Ordu’da
28 yaşında Hareket Ordusuyla İstanbul’da
30 yaşında Trablusgarp’ta
31 yaşında Balkan Harbinde
34 yaşında Tümen Komutanı olarak Çanakkale’de
37 yaşında Suriye-Filistin’de Ordular Grup komutanı olarak
38 yaşında bağımsızlık için ölüme gülerek giden bir milletin bağımsızlık mücadelesinin başında yer alıyordu.
24 Temmuz 1923 yılında Lozan Antlaşması ile Türkiye,”bağımsız devlet” ünvanını kazanmıştı. Ancak henüz rejimin belirlenememesi ve bir cumhurbaşkanı seçilememesi sorun teşkil ediyordu.
Dünya devletleri tarafından gelen baskılar ve 27 Ekim 1923’te İcra Vekilleri Heyeti’nin istifası ve Meclis’in güvenini kazanacak bir kabine listesinin oluşturulamaması, Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarını o tarihte bir araya getirdi; 28 Ekim 1923…
Mustafa Kemal Paşa, Çankaya Köşkü’nde; İsmet Paşa, Ali Fuat Paşa, Halit Paşa ve Kemalettin Sami Bey’i ağırladı.
Ve ertesi gün,
29 Ekim 1923’te mecliste “Yaşasın Cumhuriyet” nidalarıyla Cumhuriyet ilan edildi.
Bitmek tükenmek bilmeyen tartışmalar, çok partili hayata geçiş denemeleri, siyasi çekişme ve çalkantılar, darbeler, muhtıralar ve beraberinde elbette birçok güzel şeyle birlikte Cumhuriyet’in 100 yılını geride bıraktık.
İki asrı geçen süredir gerileme ve dağılma sürecine giren, yönetim mekanizmalarının bütün dinamikleri çökmüş, amaç ve vizyondan uzaklaşmış, dünyadaki gelişmelerden bihaber bir imparatorluğun hazin çöküşüyle birlikte cumhuriyet kaçınılmaz bir gerçeklikti.
Bugün, kuruluş dönemi eksikliklerine, devamında demokrasinin belirli ve sık aralıklar ile sekteye uğramasına devlet ile milleti birbirinden uzaklaştıran toplum mühendisliklerine ve 100 yılın büyük kısmını üzülerek söylemem gerekiyor ki gerçek bir demokratik hukuk devleti vasfından uzak yaşamamıza rağmen, cumhuriyet yönetimi insan karakterine en uygun yönetim biçimidir ve alternatifi yoktur.
100 yaşındaki Cumhuriyetimizin gözüken en büyük sorunu hiç şüphesiz toplumsallaşma bilinci dediğimiz “sosyal ethos” kıvamını yeterince sağlayamamış olmamız. Bu doğrultuda çok önemli adımların atılması gerekiyor. Toplumsallaşma bilincinin içeriğindeki en değerli sözcükler ise “insan hakları ve evrensel hukuk” kavramları olduğu muhakkaktır.
Cumhuriyet’in en değerli amacı halkın iradesi ve idaresidir. En kıymetli derdimiz de bu idarenin güçlü bir demokrasi ve elbette hukuk eliyle işlemesini temin ve tesisidir.
Atatürk ve silah arkadaşlarının büyük mücadeleler ile kurduğu Cumhuriyet, dönemi içerisinde bütün hedeflerini gerçekleştirememiş olsa da bunun yolunu, yönünü, imkanlarını, milletine sunmuşlardır.
Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte Cumhuriyet idaresinde Türkiye başarılı olabildi mi?
Yüz yıllık serüvene baktığımızda eğitim, ekonomi, insan hakları, evrensel hukuk, endüstrileşme, bilim, sanat, spor gibi dallarda modeller oluşturup katma değerler oluştursa da; halkına istenilen kıvamda refah, huzur, mutluluk ve yaşanabilir bir asır sunabildi mi?
Sevinçlerde ve hüzünlerde cumhuriyetin içerisinde yaşayanlar olarak hep birlikte kalp atışlarımızdaki millet olma ritmini yakalayabildik mi?
Bütün sorulara gönül rahatlığıyla evet demeyi çok isterdim. Diyememe konusunda hepimizin sorumluluğu var. Suçu sadece idare kadrosunun üzerine atmak hakkaniyetli bir yaklaşım olmasa gerek. Cumhuriyet demek idareyle birlikte, sorumluluğun, başarı ile başarısızlığın da millete ait olması demektir.
Cumhuriyet ve onun en güzel ziyneti olan demokrasi bir kereliğine tanımlanmış bir siyasi rejim veya dondurulmuş bir resim değildir. İşleyen, gelişen, genişleyen, değişen bir süreçtir.
Cumhuriyet, egemenliği halka devretti; ama kendine geniş kamusal alanlar icat ederek özel ve sivil alanları daralttı. “Nötr” diye ilan ettiği kamusal alanları cumhuriyetin değerleriyle düzenlemeye tabi tuttu.
Kamusal alanın devletin düzenlemesine verilmesi, dolaylı olarak özel ve sivil alanın aleyhine olmak üzere; devlete, bireysel ve toplumsal hayatın bütününü ele geçirmesine imkân verdi.
Eğitim ve hukuk gibi, temel ekonomik kararlar ile bilimsel ve teknolojik gelişmeler devletin tercih ve kararları dışına çıkılmadığından bireyin özgürlüğüne ve sivil alanların genişlemesine yeterince kanal açılamadı. Bunun neticesinde devlet tandanslı otoriterleşme kendine zemin buldu.
Belki de bugün 100 yıllık cumhuriyet kazanımlarıyla dünya devletleri içerisinde denge unsuru bir devlet olamayışımızın ana nedeni olarak “otoriterleşme”yi gösterebiliriz.
Millet olarak 100 yılın sonunda ülkemizin dünyada bulunduğu yer, halkının yaşam kalitesi ve geleceğe dair umutları açısından daha iyi bir konumda olmamız gerektiği fotoğrafı net olarak karşımızda duruyor. Bir şeyleri ıskaladık ve kaçırdık…
Demokrasi, insan hakları, bilim, inovasyon ve eğitim alanında olmamız gereken yerde değiliz. Endüstriyel tarım, modern hayvancılık ve turizm konusunda bölgenin ve dünyanın lokomotif gücü olma rezervine sahipken, günübirlik politikalarla, kısır çatışmalarla gelişmiş devletleri kıskandırmaya!!! devam ediyoruz
Hastalık derecesinde tarihimizle övünüyoruz ama, anı ve geleceği inşa edecek projeleri ıskalayınca, hamasete müracaat ediyoruz ve 100 yılın sonunda hala bitmek tükenmek bilmeyen bir beka endişesine sığınıp mahkûm oluyoruz.
Cumhuriyet, şu ülke sınırlarında yaşayan herkesin ve hepimizin olsun. Ortak bir gelecek inşasında tüm renklerimizle hepimize yer olsun, yurt olsun.
Cumhuriyetin değerini en çok ondan yoksun kalmış milletler anlar. O yoksunluğu yaşamamak için hep birlikte el ele verip ikinci yüzyılda muasır medeniyetler seviyesinin üstünde, çok daha müreffeh, çok daha demokrat ve güçlü bir cumhuriyet için emek sarf edelim. Bu güzel çınarın köklerini kurtların kemirmesine izin vermemek çaba ve dileğiyle…
Yaşasın Cumhuriyet.
Vahap AKTAŞ