Liberal Parti Genel Başkanı Zübeyir Gülabi: Demokrasi ve Dalgaları

Liberal Parti Genel Başkanı Zübeyir Gülabi: Demokrasi ve Dalgaları
Yayınlama: 06.07.2024
16
A+
A-

Demokrasinin özellikleri arasında genellikle toplanma özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü, mülkiyet hakları, din özgürlüğü, ifade özgürlüğü, vatandaşlık, yönetilenlerin rızası, genel oy hakkı, özgürlük hakkından ve yaşam hakkından haksız yere mahrum bırakılmamak ve azınlık hakları yer alır.

Liberal demokrasinin yaygın türünde, çoğunluk gücü temsili demokrasinin çerçevesi içinde kullanır. Ancak anayasa ve üst mahkemeler genellikle tüm bireylerin belli temel haklarının korunması yoluyla azınlığı korur. Örneğin, ifade özgürlüğü veya örgütlenme özgürlüğü gibi hakları korumakla yükümlüdürler.

Demokratik prensipler, tüm seçilebilir vatandaşların yasalar önünde eşit olduğu ve yasama süreçlerine eşit erişime sahip olduğu şekilde yansır. Örneğin, temsilî demokraside her oy eşit ağırlığa sahiptir, temsilci olmak isteyen herkes makul olmayan kısıtlamalar uygulanamaz ve seçilebilir.  Vatandaşların özgürlüğü, genellikle bir anayasa tarafından korunan meşru haklar ve özgürlüklerle güvence altına alınır.

Hukuki eşitlik, siyasi özgürlük ve hukukun üstünlüğü genellikle iyi işleyen bir demokrasinin temel özellikleri olarak belirlenir.

Demokrasi” terimi bazen liberal demokrasi için kısaltma olarak kullanılır. Liberal demokrasi, siyasi çoğulculuk, hukuk önünde eşitlik, şikayet hakkı, yargı süreci, sivil özgürlükler, insan hakları ve hükûmet dışında sivil toplumun varlığı gibi unsurları içeren temsili demokrasinin bir türüdür. Sivil toplum kurumlarının mevcut olmadığı sürece demokrasinin kişisel ve siyasi özgürlükleri sağlanamayacağı ortadadır.

Cumhuriyetler, yönetilenlerin rızası ilkesi nedeniyle demokrasi ile sık sık ilişkilendirilse de, zorunlu olarak demokrasiler değildir, çünkü cumhuriyetçilik insanların nasıl yönetileceğini belirtmez. Klasik anlamda “cumhuriyet” terimi, hem demokrasileri hem de aristokrasileri kapsıyordu. Modern anlamda cumhuriyetçi hükûmet biçimi, bir hükümdarın olmadığı bir hükûmet biçimidir. Bu nedenle, demokrasiler cumhuriyet veya anayasal monarşiler olabilir, örneğin Birleşik Krallık gibi.

2. Dünya Savaşı’na kadar olan dönem demokrasinin gelişimi açısından Birinci Demokrasi Dalgası olarak adlandırılır. Samuel Huntington, üç demokrasi dalgası saymıştır. Bu tanımlamayı 1991 yılında yaymladığı Üçüncü Dalga adlı kitabında yapmıştır. Demokratikleşme dalgaları, kapsamlı yerel reformlar başlatmaya kolaylık sağlayan bir ortam yaratması ve bunları teşvik etmesi nedeniyle, büyük güçler arasında güç dağılımındaki ani değişimlerle de ilişkilendirilmiştir. Birinci Dalga’yı da Amerika iç savaşından sonra ABD gibi büyük bir devletin ortaya çıkmasından başlatırlar.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki demokratikleşmeyi ikinci Dalga, Portekiz’de 1974’te başlayan demokratikleşmenin Güney Amerika’ya sıçmasını ise Üçüncü Dalga olarak isimlendirmiştir. bazı düşünürler, komünizmin yıkıldığı 1989-1991 sonrası yaşanan demokratikleşme dalgasını da Üçüncü Dalga’nın içine katmışlardır.

Demokratikleşmede üç dalga halinde olduğunu varsaymak, karşı dalgaların, yani anti-demokratik dalgaların olduğunu da varsaymayı gerektirir.

1887’de başlayan birinci dalganın, anti-demokratik dalgası, Birinci Dünya Savaşı’nda yenilen ya da savaşın sonuçlarından mutsuz olan millet veya devletlerden gelmiştir. Almanya, İtalya, İspanya, Japonya, Rusya (durumu, devrim sebebiyle özel de olsa) gibi büyük güçler otoriter yönetimlerle yayılmacı, savaşçı, ırkçı rejimler ortaya çıkmıştır. Uluslararası serbest ticaretin kısıtlandığı bir dönemdir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra İtalya, Almanya ve Japonya tekrar demokrasiye döndüler. Bu arada Türkiye gibi milli güvenlik sorunu yaşayan ülkeler de demokratikleşmek zorunda kaldı. İspanya, saldırgan politikalar izlemediği ve anti-komünist olduğu için demokrasiye geçmeye zorlanmadı.

Kanaatime göre Üçüncü (demokrasi) dalgası, ABD’nin Irak ve Afganistan’ı işgaliyle sonlandı. Bozulan dünya dengeleri ve Çin’in yükselişi anti-demokratik dalganın ete kemiğe bürünmesini 2014 yılında Rusya’nın Kırım’ı ilhak etmesiyle resmileştirdi. Afganistan ve Irak’ta yorulan ABD’nin karşısına sert güç olarak Rusya’nın, yumuşak güç olarak Çin’in çıkması ve ABD’nin Ortadoğu’da güvenliği sağlamaktan çok, güvenlik problemi olması da süreci hızlandırdı. Avrupa Birliği içinde Macaristan, Polonya; Güney Amerika’da Brezilya; Hindistan; Ortadoğu’da İran (zaten vardı), Türkiye, Mısır’ın da anti-demokratik dalgaya katılmasını sağladı.

İkinci Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında oluşan siyasi literatür, anti-demokratik yönetimlerin seçimle değişmeyeceğini kabul ettirdi. Ancak, benim görüşüme göre dünya da halklar da değişti. Polonya ve Brezilya’da bu süreç demokratik yoldan çözüldü.

Otoriter yönetimlerin demokratik usullerle değişmeyeceği tezi, Almanya, İtalya, Rusya ve Japonya örneklerinden dolayı kabul edilmiştir. Halbuki, bu ülkelerden İtalya ve Almanya’nın ulusal birlikleri yeni kurulmuş, Japonya, Almanya ve İtalya’nın geçmişlerinde bir demokrasi tecrübesi yoktu.

Gelelim Türkiye’ye: Türkiye, Cumhuriyet’e geçişte sultandan daha yetkili Cumhurbaşkanı yetkilerine sahip bir kuvvetler birliği sistemi ile 1950’ye kadar otoriter, modernleştirmeci bir hükümetle yönetildi. Ancak, halk sandık önüne konulduğunda bu sistemi yöneten partiyi terk etti.

Muhafazakar sağ siyasetçiler, özellikle dindar müslüman halk kesimi ve siyasetçiler cumhuriyetin yukarıdan aşağıya dayatılan modernleştirici politikalarından hep şikayet ettiler. Haklılardı da çünkü demokratik değildi.

Önce İran’da ortaya çıkan İslam Devrimi’nin oluşturduğu “ya bizde de olursa korkusu”, sonra da komünizmin yıkılmasıyla “Kızıl Tehlike”nin ortadan kalkmasının verdiği rahatlıkla, 1970’ten beri müsaade edilen, ABD ve NATO’nun dayattığı “yeşil kuşak” ya da “ılımlı İslam” politikasından vazgeçildi. Ordudan dindar subayların ihracıyla başlayan, 28 Şubat Süreci’nde  sivil alana da sıçrayan bu yeniden “devrim kanunlarına dönüş” politikası ile siyasal İslama bir siyasi dava da kazandırılmış oldu.

Erbakan’ın beceremediği dik duruşu gösterecek “yenilikçiler” veya “gençler” siyasi İslam’ın bayrağını AK Parti ile ele geçirdiler. Erbakan’ın 1970’lerde bir cümlesi vardı: “Bize oy vermeyen patates dinindendir!” Erdoğan, kendilerine oy vermeyenlere patates muamelesi yaptı.

Türkiye’deki otoriterleşme, sadece Cemaat-AKP kavgasının sonucu değildir. ABD’nin Türk Askeri’nin başına çuval geçirmesi, AB’nin Rum Kesimini üye olarak alması, Irak’ın ve Suriye’nin dağılıyor olması ile iktidar ve halk beka kaygısına düştüler. Bu arada Cemaat zaten kesimin ötekisi idi. Sol, sağ, Kürt, İslamcı, milliyetçi bütün siyasal kesimlerin ötekisiydi Cemaat. Ancak Cemaat’in kurban edilmesi demokratik bir yol ile ol(a)mayınca, sorun ortaya çıktı: Erdoğan otoriter rejimi. Adı da Türk Tipi Cumhurbaşkanlığı Sistemi.

Demokrasi ve özgürlük isteyen halkı beka ve darbe hikayeleriyle (Ergenekon, Balyoz, 15 Temmuz) bir müddet kandırdılar. Ama iktidar kontrolsüzlüğün keyfini, israfa “çerez parası” diyerek çıkardı. Bu rejimin hikayesi bitti. İslamcıların da hikayesi bitti. Milliyetçilerin de hikayesi bitti. Atatürkçülerin de.

Biz ya bir özgürlük hikayesi anlatacağız. Biz, Liberal Parti ve diğer muhalefet partileri ile birlikte Türkiye’yi otoriterlikten çıkarıp demokrasiye döndürürsek Dördüncü (demokratik) Dalgayı da başlatmış olacağız. Demokratikleşen Türkiye, hem Ortadoğu’ya hem de Orta Asya’ya demokrasiyi getirecektir. Demokratik bir barış dünyası oluşturabiliriz.

    Bir Yorum Yazın
    Ziyaretçi Yorumları - 0 Yorum

    Henüz yorum yapılmamış.

    WhatsApp