Liberal Parti Kocaeli İl Başkanlığı Yönetim Kurulu Üyesi Dr. Arif Yılmazoğlu, ceza hukukunun temel prensiplerinden biri olan “İddia makamı iddiasını ispatla mükelleftir” ilkesini, hukukun tarihsel gelişimi ve mantıksal temelleri üzerinden eleştirel bir bakış açısıyla değerlendirdi. Yılmazoğlu, özellikle profesör unvanına sahip Prof. Stefan Talmon’un, ispat yükü konusunda yaptığı tartışmalı açıklamalara dikkat çekerek, hukuki ve mantıksal hataların altını çizdi.
Roma Hukuku’ndan günümüze kadar uzanan bu temel ilke, masumiyet karinesinin yapı taşlarından biri olarak kabul ediliyor. Yılmazoğlu, hukuk dünyasında yıllardır süregelen bu ilkenin yanlış yorumlanmasının, yalnızca ceza muhakemesini değil, adaletin doğru bir şekilde işlemesini de engelleyebileceğini vurguladı.
Gelin eleştirel bir değerlendirme yapalım.
“İddia makamı iddiasını ispatla mükelleftir” ilkesi, ceza hukukunun temel prensiplerinden biri olan masumiyet karinesi ile yakından ilişkilidir.
Tarihsel gelişimine bakacak olursak ;
1. Bu ilkenin temellerinin Roma hukukunda atıldığı kaynaklarda ifade edilir. Roma hukukunda “iddia eden ispatla yükümlüdür” anlamına gelen “Actori incumbit probatio” ilkesi, özellikle Klasik Dönem Roma Hukuku’na (M.S. 1.-3. yüzyıllar) dayanmaktadır. “İddia eden ispatla yükümlüdür” ilkesi en azından yaklaşık 2000 yıllıktır.
2. Aydınlanma Dönemi ve Modern Ceza Hukukunun Doğuşunu baz alırsak Cesare Beccaria (18. yüzyıl) ve diğer aydınlanma düşünürleri, keyfi ceza uygulamalarını eleştirerek suçluluğun ispatı yükünün devlete (iddia makamına) ait olması gerektiğini savunurlar.
3. 1789 tarihli İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi, masumiyet karinesini bir temel hak olarak kabul etmiştir. Bu, iddia makamının ispat yükümlülüğünü anayasal bir zemine oturtmuştur.
4. 19. ve 20. yüzyıllara gelecek olursak Kıta Avrupası Hukuku’nda, ceza muhakemesi sistemleri yazılı kurallara dayanırken, ispat yükünün iddia makamında olduğu ilkesi kurumsallaşmıştır. Yine aynı şekilde Anglo-Amerikan Hukuku’nda “Presumption of innocence” (masumiyet karinesi) ve “burden of proof lies on the prosecution” (ispat yükü iddia makamına aittir) ilkeleri yargı içtihatlarıyla ön plana çıkmıştır.
5. Ülkemizde 1982 Anayasası’nın 38. maddesi ve CMK (Ceza Muhakemesi Kanunu)‘nda masumiyet karinesi ve ispat yükü açık şekilde düzenlenmiştir.
6. “İddia makamı iddiasını ispatla mükelleftir” yaklaşımı, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) içtihatlarında masumiyet karinesi kapsamında ele alınır. Bu ilke, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) 6. maddesinin 2. fıkrasında yer almaktadır:
“Bir suç ile itham edilen herkes, suçluluğu yasal olarak sabit oluncaya kadar masum sayılır.”
(AİHS madde 6/2)
Bu madde AİHM kararlarında şu anlama gelir:
Suç isnadı yapan (devlet/iddia makamı), suçun işlendiğini ispatla yükümlüdür; sanığın suçsuzluğunu ispatlaması gerekmez.
Görüldüğü üzere ispat yükünün iddia makamında (savcılık/devlet) olduğu çok açık ve kesindir.
Peki Yasak/Türkiye duruşmasında ispat yükünün sanığa ait olduğunu ifade eden ve Profesör unvanını almış olan sayın Prof. Stefan Talmon’un
@StefanTalmon bu ilkeyi bilmemesi mümkün müdür ! Asla. Öyle zannediyorum ki Sayın Stefan Talmon
@StefanTalmon meslek kariyerindeki en kötü cümleyi kurmuş olabilir !
Bu meselenin bir de mantıki boyutunun ele alalım.
Sayın Stefon Talmon, örgütün şiddet doğasını bilmediğini sanığın ispat etmesi gerektiğini ifade etmektedir. Sanıktan bilmediği bir şeyin ispatını istemenin mantıksal hiçbir yönünün bulunmadığını öyle zannediyorum ki birçok kişi anlamıştır.
Gerçekten de “bir şeyi bilmediğini ispat etmenin istenmesi” mantıksal olarak sorunludur. Bu durum, felsefede ve mantıkta “kanıt yükümlülüğü” (burden of proof) ve “negatifin ispatı” (proving a negative) sorunlarıyla ilişkilidir.
Buna çarpıcı iki örnek vermek gerekirse:
1. Carl Sagan’ın “Görünmez ejderha” argümanı:
Carl Sagan, bu durumu şöyle anlatır:
“Garajımda görünmez bir ejderha yaşadığını söylüyorum. Sen de gelip görmek istiyorsun. Ama sana diyorum ki: ‘Ejderha görünmez.‘ Un var mı diye soruyorsun, ‘Ejderhanın ayak izlerini görebiliriz belki‘ diyorsun. Ama ben cevaplıyorum: ‘Hayır, havada süzülüyor.‘ Alev mi üflüyor diyorsun, ‘evet ama ısı yaymayan bir alev.‘ Sonuç olarak sen hiçbir şekilde bu ejderhayı gözlemleyemiyorsun.
O zaman sen diyorsun ki: ‘O zaman orada ejderha olduğunu varsaymak için hiçbir gerekçe yok.‘”
Bu örnek, bir şeyin var olmadığını ispatlamanın neredeyse imkânsız olduğunu gösteriyor. Çünkü iddiada bulunan kişi her seferinde gözlemi geçersiz kılan yeni bir bahane üretebilir. Oysa iddiayı yapan kişi, iddiasını kanıtlamakla yükümlüdür.
2. Bertrand Russell’ın Çaydanlığı:
Bu durum şöyle ifade edilir:
“Eğer Dünya ile Mars arasında güneşin etrafında dönen küçük bir çaydanlık olduğunu söylesem, ama onu teleskoplarla göremediğimizi çünkü çok küçük olduğunu da eklesem — bana inanmamakta haklı olursunuz. Ama bu çaydanlığın var olmadığını ispatlamanız da imkânsız olur.”
Bu, kanıt yükümlülüğünün inanan tarafta olması gerektiğini savunur. Yokluğu ispatlamak yerine, varlığı iddia edenin kanıt sunması gerekir.
Ancak şunu ifade edeyim ki Sayın Stefan Talmon’un hem hukuksal hem de mantıksal açıdan savunmadaki zayıflığı ve başarısızlığı onun bilgisizliğinden kaynaklandığını düşünmüyorum !
Zaman şüphesiz en iyi rehberdir.
Bağımsız gazeteciliği desteklemek için Patreon sayfamıza katılabilirsiniz:
Patreon’da Destek Ol